HAYRETTİN KARACA İLE SOHBET
Ekim ayı ortasında, yazdan kalma bir güzellikte bir Pazar günü, bir grup doğasever ile Yalova’daki Karaca Arboretum’unu gezmeye gittik.
Arboretum canlı bitki müzesi anlamına geliyor. Yurdumuzun çeşitli yörelerinden toplanmış ve çoğu endemik olan çok sayıda bitki ve dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilmiş bitkiler, işini bilen insanlar elinde düzenli bir bahçe mimarisi ile dikilerek mamur bahçeler oluşturulmuş ve kuruluşundan beri geçen süre içinde yeşil artık olgunlaşarak gören gözlere bayram ettiren boyuta varmış. Bahçeler, Tema Vakfının kurucularından ünlü çevreci Hayrettin Karaca tarafından kurulup vakıfa tahsis edilmiş.Bulunduğu yerin ulaşımı kolay.
Yalova Termal yolunun Çınarcık kavşağındaki Samanlı köyünde. Arabasız gelenler ise İstanbul feribot iskelesinin hemen yanındaki Termal dolmuşlarına binerek kolayca ulaşabiliyor. Hafta sonraları öğleden itibaran ziyaretçilere açık olan bahçeler küçük bir bağış karşılığı rehber eşliğinde gezilebiliyor.
Hayrettin Karaca yarattığı bu güzelliği, bu cennet bahçesini, çok sevdiği ülkesinin halkı ile paylaşmak istemiş bitkiseverlere, doğaseverlere açmış. Ama rehber sayısının azlığından olacak, gezenler için ayırdıkları süre olan 40 dakika, bizim gibi doğa severlere yetmiyor! Birkaç fotoğraf alalım derken, hızlı ilerleyen rehberin çoğu açıklamalarını kaçırdık! Tam tadını alamadık diye düşünürken, rehber hanım daha önceden tanıma şansı bulduğum sayın Hayrettin Karaca ile görüşme talebimi geri çevirmedi ve isteğimi ona iletti. Ve çok geçmeden Hayrettin bey yaşı gereği onun için elzem olan öğle uykusundan feragat ederek bizleri kabul etti.
Evinin yanındaki havuzun kenarındaki verandanın altında, onu ortamıza alarak çepeçevre etrafında oturduk, sohbete başladık. Daha doğrusu usta konuştu, biz ler dinledik!
Önce dinleyicilerin içinde giysilerinde yabancı marka ve logo taşıyanlara affetmez bir huysuz ihtiyar edasıyla takıldı. (Bu esprili ifademi bağışlayın; kendisi gerçekte çoğu gençten daha zeki ve idrak açısından çok açık! Konuşmanızdaki en ufak ifade hatasını yakalıyor, vurgulamanızdan öyle gerektiği için ağzınızdan çıkan söz ile gerçek düşünceniz arasındaki farklılığı yakalıyabiliyor!Laf olsun diye konuşanı anlıyor.)
Giysilerimizde bilinçsizce taşıdığımız o yabancı markaların nasıl isimlerini parlatıp marka payı olarak bizlerden kaynak, para çaldığından konuya girdi. Devamla, dilimizde gittikçe daha çok kullanmakta olduğumuz yabancı kelimelerin nasıl ulusal benliğimizi alıp götürdüğünü ifade etti. Nasıl ısrarla bir ilçedeki süpermarketin adını ‘Şen Bakkal’ a çevirttiğini anlattı. Tutumlu olmanın erdemlerinden bahsederken, Mahatma Gandi örneğini vererek, onun tutumluğunun ülkesinin bağımsızlığında ülkesinin özgürlük yolunda paraya bağımlılık engelini aşmaya yardımcı olduğunu, kendisinin de o sebeple otuz senedir aynı kırmızı süveteri giyip, gömlek yakasını da eskiyince ters çevirmiş olduğunu gösterdi. Yani o örnek alınacak bir insan, o bir lider.
Oradan yerel kültürün önemine geçti, burjuvazi öncesi insanların birbirlerine karşı nasıl daha duyarlı, yardımlaşmacı olduklarından, kendi çocukluğundan örnekler vererek bahsetti. Yoksul komşulara yardımın kimselere gösterilmeden, verilen kişiyi üzmeden yapıldığını; zenginliğin kimsenin gözüne gösteriş olarak sokulmadığını, çocukluğunun aynen diğer çocuklar gibi yalınayak geçtiğini anlattı. Ağaçların komşu bahçesine komşu ve sokağa uzanan dallarındaki meyvalarının, komşu hakkı ve göz hakkı olarak gelen geçene bırakıldığını o bembeyaz sakalları ve tipik gözlüğü ile masallardan çıkıp gelmiş ermiş dede edasıyla hikaye etti.(Şimdilerde yüksek duvarlar arkasına kapanıp komşusuyla görüşmekten kaçındığı yetmezmiş gibi oto park yeri gibi ortak alanların kullanımı için sürekli başkalarıyla kavga halindeki o kibirli yeni varsıllara gönderme yapıyor!) Cömert ve iyi yürekli o kültürün kaybolmasına hayıflanmakla birlikte, o yine de bir iyimser. Bizlere iyi iş yapanları takdir etmemizi öneriyor! Olumlu tenkit yapmamızı söylüyor, ‘kötüyü kötülemeyin!’ diyor. Hepimizin bildiği halde yapmadığı ‘Ben tek başıma ne yaparım ki? Düşüncesinin yerine, kendisi gibi her yetkiliye, politikacıya, köşe yazarlarına, önemli noktadaki insanlara yazı yazılmasını öneriyor.
‘Ben yılmadan herkese yazıyorum, sizde bir küçük taş getirin, büyüyüp dağ olsun!’ Diyor. Katılımcı demokrasiye özendiriyor, insanların kendilerini ifade etmelerini istiyor. Muhteşem değil mi?
O bir kahraman, korkusuz bir muhalif ve doğruyu söylemekten hiç çekinmiyor. Dünyayı değiştirebileceğine kesin inancı var. Bizlere son tavsiyesi de:’inaçlı olun! Diyor.
Bunlar hep bilgece sözler. Meraklı, iyi yürekli, gelecekte başarı bekleyen insanların uyması gereken düşünceler. Onu dinlerken arka planda pencerenin ötesinden evinin içi gözüme çarpıyor: Orası bir ‘kitap ev!’
Evin her tarafı okunmuş ve okunmakta olan kitap yığınları ile dolu. Koltukların etrafında kitaptan sütunlar oluşmuş. Evin her yanı, kütüphane raflarına sığmamış kitap dağları. Demek ki hiçbir şey kendiliğinden var olmuyor! Bunca bilgi ve bilgelik bu kitaplardan süzülüp gelmiş. Gören gözlere, açık idraklere ders olsun!
Cengiz ÖZDER 15.10.2012
Yazarın Tüm Yazıları... - Yazar'a mesaj yaz
-
Yorum Yaz
|
|