Anasayfam Yap | Künye | İletişim | Reklam

    Anasayfa

   Resim - Fotoğraf

    Sahne Sanatları
    Müzik - Konser
    Sinema - Tv
    Kültür - Edebiyat
    Tarih - Arkeoloji
    Tasarım - Mimari
    İnsan - Polemik
  ●  Bizden Haber
  ●  Yazarlar
  ●  Yasal Uyarı
  ●  Linkler

 

Bizi Facebook'tan Takip edin Bizi Twitter'den takip edin

 

Üye / Yazar Girişi

 Kullanıcı :

 Parola   :

  Kayıt Ol

 

 

Kuzgunun Rüyaları

ŞEHİR TİYATROLARI
İSTANBUL DEVLET TİYATROSU

  


 

 

 

 

 

 

KARAKÖY – GALATA SEMTLERİNDEKİ KÜLTÜR MİRASI

İstanbul içinde, tarihe meraklı bir doğa yürüyüşçüsü grubuyla sürdürdüğümüz kültür turlarında bu kez Karaköy ve Galata’daki tarihi yapıları görüp tanımayı hedeflemiştik.
Bu gezimizin sonucunda ortaya çıkan bu yazı, bölgede gezdiğimiz gördüğümüz tarihi dini yapıları ve ait oldukları halkların kısa öykülerinden oluşuyor.


Gezeceğimiz bölge ticaret merkezi olduğundan, ancak pazar günleri rahat gezilmesi mümkün oluyor. Gurbumuz Kadıköy vapur iskelesinin önünde toplandığında, rehberimiz Fuat Seven önce Karaköy adının nereden geldiğini anlatıyor. (Fuat ve turu beraber yaptığımız arkadaşlar beni bağışlasın; anlatılanların hepsi aklımda kalmadığından, sonrasında dökümanlara başvurdum ve onun anlattıklarına kıyasla farklılıklar böyle oluştu!)
Karaköy adını eski bir kadim Türk kavmi olan Karay’lardan alıyor. Musevi dininden olan Hazar Türkleri ile bağlantılı olan Karay’lar (Karaim’ler), Hazarlar İslam’a geçtiklerinde onlardan kopuk olduklarından dinlerini korumuşlar ama baskılar üzerine Doğu Avrupa’ya dağılmışlar. Bir kısmı Polonya ve Baltık ülkelerine göçerken bir kısmı da Kırım’a yerleşmiş.
Kuzey Avrupa’da Polonya’daki Karayların ikinci dünya savaşı sırasında Yahudi soykırımı sırasında soylarının tükendiği sanılıyor. Litvanya’da ise az sayıda Karay henüz yaşamakta. Karaköy’e adını veren Karaylar ise Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra bu semte yerleştiğinde, semtin adı Karayköy olmuş. İstanbul’daki Karay’ların çoğunluğu, geçmiş yüzyıllarda Kırım’a dönmüş; kaynaklar çok az sayıda da olsa, Karaimlerin henüz İstanbulda yaşamakta olduğunu yazıyor.

Yürüyüşümüzün ilk durağı hemen arka sokağın başındaki yer altı camii. Bu yapı aslında MS.570 l yıllarda, imparator 2.Tiberyus döneminde Haliç’in ağzını güvenlik nedeniyle kapatan zincirin bağlandığı Kastelyon isimli yapının temeli. 1760 yılında camiye çevrilmiş. Minaresi ise 1.Sultan Mahmut tarafından yaptırılmış. Caminin içine girildiğinde, alçak bir tavan ve birbirine yakın çok sayıda kalın sütun dikkat çekiyor. Vaktiyle fetih sırasında bile Fatih’in gemilerinin halice girmesine engel olmuş olan ağır zinciri taşımış olan kuleye destek olmuş olan bu kolonlar, yapıyı 1500 yıl sonrasında bile, ilk günki gibi sağlam şekilde tutuyorlar. Caminin içinde Sahabe’den olduğu söylenen iki türbe var ama bu yazıyı hazırlarken okuduğumuz yorumlarda, güvenilir bilim adamlarına göre bu mezarların o söylenen sahabeye ait olması ihtimali düşükmüş, olayın yakın tarihte düzenlendiği ve her yerde yatır ve türbe kurmak meraklısı bir kültürün icraatı olduğu belirtiliyor. (Not: Bizim kimsenin inancını zayıflatmak gibi bir düşüncemiz yok! Kaynaklar bu mezarların Şam’dan gelen ordunun burada şehit düşmüş askerlerinin mezarları olduğunu, Arap ordusunun geri çekilirken mezarların korunması amacıyla yapının kapısının kurşun dökülerek kilitlendiği, mühürlendiği belirtiliyor. Herkes istediği şekilde inanmakta özgür ama rasyonel gerçeği arayanlar için bunları aktardım.)

Gezimizin ikinci ayağında, Tünel girişinin sağındaki çıkmaz sokağın sonundaki Zülfaris Sinagog’unu ziyaret ettik. Şimdilerde artık Sinagog olarak değil de, ‘Türk Musevileri Müzesi’ olarak işlev görüyor. 19.yüzyıl başlarında oradaki daha eski bir sinagog’un temelleri üzerine inşa edilmiş. Uzun müddet cemaatin ibadet ve düğünlerinde kullanıldıktan sonra, 2001 yılında müzeye çevrilmiş. Müzede Türkiye Yahudilerinin tarihi ve kültürleri sergileniyor. Anadolu’da eskiden beri var olan Yahudi toplumu Osmanlı yükseldikçe, güçlenmiş ve çoğalmış. Önce Sultan Murat döneminde, Avrupa’dan Edirneye göç başlamış. Asıl büyük göç ise 1492’de İspanya,1496’da Portekiz’den göçe zorlanan Sefarad Yahudileri toplu olarak Osmanlı toprağına yerleştiler. Müzede dikkatimizi özellikle çeken bir şey, Osmanlı devrinde ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika’dan yüzyıllarca önce, Sefarad göçmenleri olan Samuel ve David İbni Namuas kardeşlerin ilk matbaayı kurmuş olduklarıdır. (Keşke o dönemde Osmanlı toplumunun tamamına yayılsaymış! Öyle olsaydı belki Osmanlı bir uygarlık kurabilirdi.)

Sonra tekrar Karaköy iskelesinin küçük imalathane ve ticarethanelerinin olduğu oldukça köhne arka sokaklarına dalıyor, orada Aziz Yahya Türk Ortodoks kilisesine gidiyoruz. Zangoç kapıyı açmakta çok isteksiz, uzun ricalardan sonra gönülsüz açıyor. Bu kilise artık asıl cemaati kalmadığı için Süryani cemaatine devredilmiş. Ama anlaşıldığı kadarıyla varlıklı Süryaniler de daha bakımlı olan diğer kiliselerini tercih eder olduklarından, burası bakımsız kalmış. Bir kenarda yanan duman kokulu soba kilisenin nemini almaya yetmediğinden, duvarlar bazı yerlerde kabarmaya ve freskler zarar görmeye başlamış.

Oradan çıktıktan sonra bu kez Türk Ortodoks Meryemana Kilisesini görmeye yeltendik ama ne yazık ki kapı duvar, içeri giremedik. Zaten bu kilisenin ve cemaatinin kaderi oldukça hüzünlü. Asıl cemaat Karaman Rumları denilen Türk Ortodoks cemaati. Ne yazık ki bu kadim, vatana millete bağlı toplum, savaş sonrası büyük devletlerin siyasi hesaplarının kurbanı olmuş. Lozan anlaşması sırasında Yunanistan’da daha az sayıda Türk kalmasını hedefleyen batılılar, Karaman Rumlarının Yunanistana göç ettirilmesinde çok ısrarcı olmuşlar. Yani Anadolu’dan ne kadar Rum göçerse, Yunanistan’dan da o kadar Türk Anadolu’ya gönderilir hesabı sonucu, aslında Türkçe’den başka dil bilmeyen, ülkesine bağlı bir halk yabancı topraklara göç ettirilmiş, o yaban ellerde acılar çekmiş. (Yunanistan’a turistik gezilerle gidenlerimiz, bazen boyunlarına sarılan gözü yaşlı insanları anlatırlar, işte onlar Karaman Rumlarıdır.) Vaktiyle Fener Patriğine rakip, önemli bir kilise olan Türk Ortodoksluğu, bugünlerde boynu bükük cemaatini bekliyor. ( Moldovalı Gagavuz Türkleri bu kiliseye bağlıymış!) Umarız Karamanlıların torunları artık ata topraklarını özlerler de dönerler.

Bu sokaklarda, apartmanların içlerinde, üst katlarında Rus kiliseleri olduğunu öğreniyoruz. Kapalı bir kilisenin ardından şansımızı Aziz Pantaleymon kilisesinde deniyoruz. Eski ve bakımsız bir apartmanın merdivenlerini tırmanırken ayin çıkışı dönen Rus ve Ukraynalı kadınlar görüyoruz. Ara katlarda açık kapılardan da görüldüğü gibi, cemaatten yoksul insanlar oturuyordu. Anlaşılan iş buluncaya kadar gelenler, burada barınıyor. En üst katta mescitle eşdeğer mütevazi bir kilise var. Misafir beklemeyen kadın zangoç oldukça sinirli. Gruptaki kadınları başörtüsüz ve etekliksiz girmemeleri konusunda sertçe uyarıyor. İnsanlar:’ ne de olsa Slav’lar da doğu insanı değil mi? Bakın kadınlara davranış hep aynı!’ diye esprili yorum yapıyorlar.

Kemeraltı Caddesine çıkıyoruz; bakımsız, çirkin binalarla duvar duvara yapışık ama kişilikli taş mimarisi ile dikkat çeken Surp Luzaroviç Ermeni kilisesini karşımıza alıyoruz, çünkü kilise kapalı hatta hava kirliliği ile simsiyah kuruma bulanmış taşları metruk havası veriyor. Bu güzelim yapı da sanki boynu bükük duruyor. Sanki Türk düşmanı azgın dış Ermeni diasporasının günahını çeken yerli Ermeni cemaati’nin çekingenliğini yansıtıyor. Kilisenin külah şeklinde kubbesini, küçük çan kulesini izlerken, ülkemizin çoğunluğu Müslüman olsa da, bu kiliselerin birer eser olarak ülkenin malı, kültür varlığı olduğu hatırlanıp korunması, yabancıların gelip görmesi için ortaya çıkarılması gereği gruptaki insanlar tarafından ayaküstü dile getirildi. (Olayın sadece din meselesi olmadığını, bir estetik ve zevk meselesi olduğunu, İstanbul’daki nice güzel caminin de, gecekondu tipi çirkin bir yapılaşma altında boğulmuş olduğunu düşündüm!)

Yukarı Galata yönünde tırmanmaya başladık. Galata kulesinin dibinde giriş için bekleyen uzun turist kuyrukları görünce, kuleye tırmanmaktan vazgeçtik, çünkü burada bekleyecek olursak tur programımız aksayacaktı. Galata kulesi Bizans imparatoru Jüstinyen tarafından M.S.500 lü yılların hemen başında yaptırılmış. Bugünki şekline yakın bir şekilde 1348 yılında Cenevizliler tarafından yeniden yapılmış. Depremde yıkılan bu kule, ünlü Osmanlı Mimarı Hayrettin tarafından yeniden yapılmış. Osmanlı döneminde hapishane ve çoğunlukla yangın gözlem kulesi olarak işlevi olmuş. İstanbul’un içinde genelde eskiden beri Avrupai bir atmosferi olan Galata ise, bu özelliğini eski bir Ceneviz kolonisi, yerleşimi oluşundan almış. Cenevizliler buraya 12.yüzyılda gelmişler. Sonra birara Venedikliler bile hüküm sürmüş. Galata adını ‘denize inen sokak’ anlamındaki İtalyanca sözcükten alıyor. Tarih boyunca bir ırklar ve dinler mozaiği olmuş, Osmanlı devrinde bile ışıltısını kaybetmemiş. Son döneminde Beyoğlu’nda açıkça görülen Batı tarzı yapılanma, Osmanlı’nın son dönemine kadar burada Levanten denilen Cenova, Venedik gibi İtalyan ve Fransız kökenlilerden oluşmuş Osmanlı unsurlarının yaşadığının işareti.

Sonraki durağımız Sen Piyer ve Sen Paul kilisesi. Galata Kulesi sokağından aşağı doğru inerken, yol üzerinde. Girişi sokak üzerinde olmadığından, görmeden önünden geçmek olası. Kapı zilini çalıyoruz, akşamın yaklaştığı bu saatte hiç ümidimiz olmadığı halde kapı açılıyor.
Bu kez bizi bir görevli değil gerçek bir papaz karşılıyor, içeri alıyor. Kilise dışarıdan ne kadar görünmezse, içeriden de ona tezat hoş bir mimarisi var. Büyük sarı taştan sütunlar, sunağın önündeki gece mavisi zemin üzerine yıldızların resmedildiği ama kubbeye kadar devam ediyor. Kilise ferah ve aydınlık.

Güleryüzlü papaz Guiseppe Gandolfo tatlı Türkçesiyle bize kilisenin hikayesini anlatmaya başlıyor. Dominiken rahiplerce 1660 da yangında yıkılan eski bir kilisenin yerine yapılan bu yapı, yangınlar nedeniyle defalarca yeniden inşa edildikten sonra, 19. Yüzyıl ortalarında Ayasofya’yı da restore eden o devrin ünlü mimarı Gaspare Fossati tarafından neoklasik üslüpta yapılmış. Büyük bir sanat eseri olan büyük sunağın arkasında Aziz Paul ve Aziz Piyer’in karşılaşmasını temsil eden dev bir tablo yer alıyor. Papaz Gandolfo sanatsal ve tarihi değerleri açısından tahtadan oyulup, bir tablo gibi renklendirilmiş olan Meryemana heykeli ve çok yangından kurtarılmış Yol Gösteren Meryemana ikonasına dikkatimizi çekti. İkonanın yüzü hariç tamamı gümüş bir kaplama altında. Gümüş kabartma altındaki gerçek resimi canlandırıyor.

Kilisenin cemaati vaktiyle bu semtin altın yıllarını yaşamış Levantenlerin torunları. Bu son Levantenler bugünlerde yirmi kişiye kadar düşmüş ve artık onlar da artık yaşlanmışlar, göçtüklerinde bu kiliseye kimler gelir bilinmiyor!
Kiliseyi incelerken, arkada balkonda tarihi bir kilise orgu görülüyordu. Gruptaki bazı hanımlar dayanamadılar:’ Bize org çalarmısınız?’ diye hafiften şımardılar. İnanmazsınız, reddetmedi. ‘Yıllardır çalınmadı, akordu bozuk!’ filan demedi, gitti yukarı orgun başına oturdu. Bu beklenmedik cömertlik; şaşırtıcı, sanki sihirbazın şapkadan tavşan çıkarması gibi bir olaydı! Sessizce bekledik, bir maesro gibi önce bir düşündükten sonra bize bir ilahi çaldı, takiben kolay anlaşılır din dışı bir parça icra etti.
Hoş bir sahneydi, cemaati yok olmaya tutmuş bir kilisenin papazı, tamamı Müslümanlardan oluşmuş bir topluluğa bir ayinin ruhunu, onlara yabancı tınılarını duyuruyordu. İyi yürekli saygıdeğer Gandolfo’ya teşekkür edip, oradan ayrıldık.

Ünlü Komando merdivenlerinden Bankalar caddesine indik.
Her iş günü önünden geçen binlerce insan bilmez ve farkına varmaz ama bu merdivenler; sanat tarihi açısından, mimarlık tarihi açısından önemli bir eserdir. Art Novo tarzındaki bu eser 1880 senesinde o devrin ünlü banker ailesi Komando’lar tarafından şimdilerde adı bilinmeyen bir mimara yaptırılmış.

Artık kısa sonbahar gününün gecesi inmişti. Bu nedenle sağ tarafta gördüğümüz mimari açıdan çok önemli bir bina olan Osmanlı bankası binasının yanından (gezip görmeyi başka bir güne bırakarak) geçip gittik. 1892 yılında Mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen binanın özelliği; Galata yönüne, yani Osmanlı’nın avrupalı yüzüne bakan façadı yani yüzü, o dönem Batı Avrupa mimarisinin yaygın üslubu neoklasik tarzda, bir bankayı temsil eden ağırbaşlı ve ciddi bir tarzı yansıtırken; arka yüzü yani Haliç’e ve arkadaki eski İstanbul’a bakan yüzü Osmanlı üslubunda, daha sıcak bir mimari üslup yansıtması. Bu tezat bugün müzeye çevrilmiş olan bu yapının önemini artırıyor.

Son göreceğimiz yer, Perşembe Pazarının arka sokaklarındaki Arap Camisiydi. Cami restorasyon altındaydı, girilemiyordu. Bir adam, neredeyse bitmiş gibi duran restorasyonu sonuçlanmasını geciktiren engeller çıkardığı için üniversite hocalarına veryansın ediyordu. Halkın okumuş kişileri hazmedememesi yanında, eğer o bilim insanları yapımcıların acelesine ayak uyduracak olurlarsa ne yanlış ve kaba işler yapılabileceğini bizler farkındaydık. Gülümseyip, ‘eninde sonunda biter!’ Dedik. Arap cami M.S. 717 yılında İstanbul’u fethetmek için gelen Arap’larca yaptırılmış. İstanbul’daki tek gotik mimarili cami örneği. Çan kulesinden çevrilmiş kare planlı minaresiyle çok değişik karakterli bir yapı, bir ortaçağ mimarisi örneği. Araplar gittikten sonra Cenevizli Dominiken papazlar tarafından kiliseye çevrilmiş, Fatih İstanbul’u ve Galata’yı aldığında Dominikenlere bugün son gezdiğimiz kiliseyi verip, camiyi geri almış.

Cami çok değerli bir eser; umarız bizden sonra gelen nesillerin sanat, kültür, mimari, şehircilik idrakleri bizden yüksek olur da; o çevredeki çirkin ticarethaneler, imalathaneler daha sağlıklı çalışabilecekleri düzenli yerlere taşınır ve bu Arap Cami ve diğerleri gibi eserler ortaya çıkarılır, gururla dünya insanlarına gösterilebilir.


Cengiz ÖZDER
18.11.2011

Facebook ta paylaş


Yazarın Tüm Yazıları...  -   Yazar'a mesaj yaz  -   Yorum Yaz 




500. YIL MÜZESİ

KOMANDO MERDİVENLERİ

SEN PİYER VE SEN PAUL KİLİSELERİ

SURP LUZAROVICÇ KİLİSESİ
 

Yorum Yaz

 

Tavsiye Et

Okuyucu Yorumları


 

SanatsalHaber Basın Konseyi üyesi olup Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir. SanatsalHaber'de yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Sitede yayınlanan yazı ve fotoğrafların her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Copyright © 2008-2021 SanatsalHaber.com.