Anasayfam Yap | Künye | İletişim | Reklam

    Anasayfa

   Resim - Fotoğraf

    Sahne Sanatları
    Müzik - Konser
    Sinema - Tv
    Kültür - Edebiyat
    Tarih - Arkeoloji
    Tasarım - Mimari
    İnsan - Polemik
  ●  Bizden Haber
  ●  Yazarlar
  ●  Yasal Uyarı
  ●  Linkler

 

Bizi Facebook'tan Takip edin Bizi Twitter'den takip edin

 

Üye / Yazar Girişi

 Kullanıcı :

 Parola   :

  Kayıt Ol

 

 

Kuzgunun Rüyaları

ŞEHİR TİYATROLARI
İSTANBUL DEVLET TİYATROSU

  


 

 

 

 

 

 

ÜSKÜDAR’IN TARİHİ CAMİLERİ

İnsanın yaşadığı şehrin ve semtin tarihi dokusunu biliyor olması, şehir yaşamının idraki ve şehrin ruhunu yakalamak açısından bir elzem. Bu nedenle şehir kültürü rehberimiz Fuat Seven Üsküdar’da bir kültür gezisi organize ettiğinde, biz de diğer yirmi kişilik şehrini merak edenlerden oluşan bir grupla birlikte katılmakta tereddüt etmedik.

Üsküdar iskelesi önünde buluştuktan sonra, hemen karşıdaki Mihmirah cami avlusuna geçtik. Üsküdar ismi vaktiyle burada üslenmiş olan bir Roma lejyonu için kullanılan, Latince askeri birlik, tabur anlamına gelen ‘Squdari’ kelimesinden geliyor. Türkler bu semtin adını değiştirmemişler, bütün ‘s’ harfi ile başlayan Bizans- Roma terimlerinde yaptıkları gibi önüne sadece sesli harf eklemişler.

Önünde durduğumuz, iskeleye bakan merkezdeki cami Mihmirah Sultan Camii. Üsküdar meydanının sembolü. Yabancılar için Eminönündeki Yenicami nasıl bir şehrin ruhunu yansıtan bir noktaysa, Üsküdar Mihmirah Camii’de aynı öyle. 1540-1548 yılları arasında Mimar Sinan tarafından yapılmış. Sinan’ın kalfalık dönemi ürünü. Uzmanları bu yüzden mimari açıdan sadece konuyla ilgilenenlerin farkedebileceği bazı hataları olduğunu, örneğin simetrisinin mükemmellikten uzak olduğunu belirtiyorlar.

Camiin mimari çiziminde bir kadının feminen silüyetinin olduğu söyleniyor. Buna sebep, o dönemde saray mimarı olan Sinan’ın Kanuni’nin ünlü Hürrem Sultan’dan olan kızı Mihmirah’a tutkun olduğu ama Mihmirah’ın o dönemin yükselen yıldızı, güçlü Rüstem Paşayla evlendirildiği biliniyor (Gerçi o tarihte Sinan’ın 50 yaşında ve üstelik evli olduğunu da onun handikap hanesine yazmalıyız!).
Öykünün devamı, bu aşkın söylentiden öte ve gerçek olduğunu düşündürmektedir.

Üsküdar’daki caminin bitişinden 14 yıl sonra, Mimar Sinan bu kez Edirnekapı surlarının oralarda, küçük, tek minareli, minimalist ama olağanüstü sanatsal güzelliği ve dengeleri olan ikinci Mihmirah camisini yapar. Aynen bütün büyük sanatçıların ustalık dönemlerinde nasıl, sade basit bir fırça darbesiyle dehalarını yansıtmayı becermeleri gibi, Sinan ‘da mimari açıdan bir üst yapıt sayılabilecek bu eseri ortaya koymuş olmalıdır.

Bu caminin yapılması için saraydan bir talep gelmediği halde, birinci Mihmirah caminin mimari hatalarını unutmak ve sevdiği kadına bir armağan vermek düşüncesi ile olacak, bu işi başarmış olmalıdır.

Bu ikinci camiyi önemli kılan ikinci unsur, Üsküdardaki birinci Mihmirah Sultan camisi ile olan olağanüstü astronomik bağlantısıdır.

Gün dönümü olan 21 Mart günü, iki camiyi de gören, iki cami arasındaki hayali bir doğru üzerinde bir noktadan bakıldığında, güneş ikinci Mihmirah Sultan camisinin minaresinin arkasından batarken, aynı zamanda Doğuda birinci Mihmirah Sultan camisinin minareleri arasından ay doğar.
Zeki Sinan’ın, akıl oyununun şifresi ise Mihmirah adının Farsça güneş ve ay ( mihr-ü-mah) kelimesinde gizlidir.

İşte şimdi bunca güzellik ve zeka içeren bu güzel öyküden sonra, Mihmirah camisinin yanındaki şimdilerde bir özel sağlık merkezi olarak kullanılan Külliye’den bahsetmek zor gelse de, o güzelim külliyenin tavanının aynalarla kaplanmış olması, her tarafının plastik pencere ve kapılarla donanmış olmasının şimdilerde estetik, kültürel, sanatsal ve tarihi eserleri koruma idrakimizin ne seviyelerde olduğunu söylemeden geçemiyorum. (Bir of çeksem, bütün zevksizlikler yıkılsa gitse!)

Camiden ayrılıp sol koldan İcadiyeden yukarılara Sultantepe’ye doğru yürüyoruz. Neredeyse boğazı gören en üst noktada henüz restorasyon altındaki Özbekler tekkesine geliyoruz.
Yakın dönemde ABD’deki en ünlü Türk olan Ahmet Ertegün’ün ölümünden sonra defnedildiği yer burası. Tekkeye giremesek de, dışarıdan kabirlere bakıyoruz, eski Türkçe olmayan bütün mezar taşları Ertegün ailesine ait. Ertegün ailesi bu güzel mimarisi olan konağı restore etmiş ama söylentiye göre sahiplenmek isteyen çok sayıda cemaat ortaya çıkınca küsüp Vakıflar idaresine geri vermişler.
Tekke’de yeniden kültür dünyası hizmetine açılamadan öylece kalmış! Tekke 17. Yüzyılda Buharalı (Türkistanlı) Nakşibendiler tarafından Hac seyahati sırasında uğrayacakları bir yer olarak yapılmış.
Diğer tekkeler gibi irtica yuvası olmadığı için, Kurtuluş savaşı sırasında Anadolu’ya kaçacak olan vekil, aydın, asker vb. önemli kişilerin geçmeden önce toplandıkları yer, bir ara karargah olduğu için, Cumhuriyetten sonra tekke ve zaviyeler kapanırken, bu tekke özel izinle kapatılmamış, Türkistanlılar kültür ve sosyal derneği olarak işlev görmüş.
Umarız böyle bir kenarda çürümeye bırakılmasın, yeniden kültür hayatımıza kazandırılsın.
Olayın detayını bilmesek de eserin, kültürel birikimlerinin daha dolu olması sebebiyle asıl sahipleri olan Ertegün vakfına geri verilmesi belki iyi bir çözüm olabilir.
Türbe’den aşağı Boğaz yönünde inmeye başladığımız an Boğaz tarafında koru kadar geniş, muhteşem güzellikte bir arazi görüyoruz (Burası kimbilir ne kadar aç gözlü müteahhit’in iştahını kabartmaktadır!). Arazi Türk havacılık tarihinin efsanevi öncüsü Nuri Demirağ varislerine aitmiş. Boğazın çoğu yeri gibi bir şekilde yağmalanıp, sitelerle apartmanlarla doldurulamamış. Umarız hep böyle kalır.

Tekrar Üsküdar merkeze indiğimizde öğlen olmuş ve yürüyüş iştahımızı iyice açmıştı. Şimdilerde pek ünlü bir esnaf lokantasına girdik. Kebap kültürüne inat eski Osmanlı mutfağından yemekler henüz burada korunuyordu. Ama doğrusuya, artık turistik olmuşlar. Fiyatlandırmalarını abartılı buldum, bir enginar dolmasına (nereden buldularsa, rozet büyüklüğünde bir yavru enginar) onbir lira fiyat koymuşlar. Üzerine üstlük bu devirde hala kredi kartı kabul etmiyorlar, bir arkadaş yemekten sonra gitti, nakit çekmek için dışarıda ATM aradı!

Şimdilerde metro istasyonu inşası süren Üsküdar meydanının Batı yönünde, Yeni Valide Camisi ve külliyesi yer alıyor. 1710 tarihli bu cami 3.Ahmet’in annesi Gülnuş Hatun tarafından yaptırılmış. Eski gravürlerde geniş alanların içinde daha muhteşem görülen bu cami, şimdilerde şehircilik bilincinin gerilemesine koşut, gecekondu gibi sayısız dükkan ve lokanta tarafından sarılmış, baskılanmış.
Mimarı Kayserili Mehmet Ağa, kare planlı yapı, ana kubbenin dört yarım kubbe ve sekiz ayakla desteklenmesi ile yapılmış. Uzmanlara göre barok izler belirse de, klasik mimari üslubun devamı olduğunu söylüyorlar. Ziyaretimizde içeride ümreye gidecek bir topluluk toplantı yaptığı için önce içeri alınmadık. Konuşma şehveti ile coşmuş olan konuşmacının sesini hoparlörlerle ortasında çok zarif bir şadırvan bulunan o güzelim revaklı avluya verdiklerinden, o avlunu ulvi sessizliği kaybolmuştu, yüksek ses tacizi yüzünden daha sonra dönmek üzere ayrıldık.

Sonraki durağımız olan Ahmediye Külliyesine gitmek için çarşıda ana caddede yukarı yönde ilerledik, dümdüz kumaşçıların, perdecilerin yer aldığı caddeden biraz tırmanınca, sağdaki sokakların birinde küçük bir cami, medrese ve imaretten oluşan külliyeye vardık. 1722 tarihli bir Lale devri eseri olan bu külliye eski bir mescit’in üzerine inşa edilmiş. Yine çoğu tarihi eser gibi özelliği olmayan ruhsuz bir mahalle yapılaşmasının içinde boğulmuş, boynu bükük duruyor.
Tekrar geri dönüyoruz, sol kolda, postanenin köşesinden sağa yukarı doğru dönüldüğünde, Aziz Mahmut Hüdayi türbesine ulaşılıyor. Bu türbe de gezi programımızda olmasına rağmen, dilek ve dua amaçlı ziyaret eden kalabalıklar ve bağış ve yardım toplayanların masasının (ne de olsa bedava dilek bile tutulmaz!) girişi daraltmış olması yüzünden ne yazık ki içeri giremedik.

Kaotik kalabalık yetmezmiş gibi, bir de biryerlerde çalışan darbeli matkap sesi yüzünden rehberimizden burasının hikayesini bile alamadık. Kenarda durup biraz kalabalığın açılmasını beklerken; ortalarda dolaşan kocaman sarıklı, kaba sakallı, sert bakışlı ve giyimleri ile eski çağların yaşamını özlediklerini belli eden bazı kişilerin, çeneleri yukarı kalkık ve azametle aşağı yukarı gidip gelmeleri; bize burada işimizin olmadığını, buraya tesadüfen düşmüş yabancılar olduğumuzu hatırlatır gibiydi!

Türbenin önünden sokak içinden deniz yönünde ilerledik. Mütevazi Kaptan Paşa camini de gezdikten sonra, yine mahalle içinde kalmış ve güzelliği perdelenmiş olan ne ulaştık. İstanbul,Anadolu yakasının en eski camisi olan bu yapı 1469-1471 yılları arasında vezir Rum Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Bilmeyenlerin tuğla mimarisi yüzünden kiliseden çevrilmiş sandıkları bu yapı Rum kökenli ustalarca, Osmanlı ve Bizans mimarisi karışımında inşa edilmiş. Yapıldığında külliye olarak inşa edilmekle birlikte, külliye binaları zaman içinde konutlarca yok edilmiş. Mehmet Paşanın yattığı türbe ise klasik Osmanlı üslubunda. Diğer bütün camilerde olduğu gibi bu camide de, kırmızı led ışıklı namaz saatini ve sıcaklığı gösteren pano asılmıştı. Ne yazık ki bu panolar çoğu kez dikkatsizce, özensizce ve kesinlikle zevksizce (kirş deniyor!) yer yer güzelim işlemelerin ve mihraba yakın tarihi çinilerin üzerine yerleştirilmişti. Bir olasılıkla bağlantı deliği delmek için tarihi eserlere zarar verilerek asılmış olan bu panolar kimin eseridir, bilemedim? Umarım bu durum akıl ve izan sahibi birinin dikkatini çeker de, onları geri planda tavana asmayı düşünürler!

Salacak’ın arka sokaklarında ilerliyor ve yine yerleşim alanı içinde kaybolmuş son camimiz Ayazpaşa Camisine geliyoruz. Üçüncü Mustafa dönemi 1761 de mimarbaşı Mehmet Tahir Ağa tarafından o dönem için çok yenilikçi bir cesur bir üslup olan barok tarzında yapılmış. Tek mimaresi var, dış cephe kuş evleri olarak yapılmış taş işçiliği ile dikkat çekiyor. İçeride Osmanlı seramik sanatı gerileme aşamasına girdiğinden olacak, hünkar mahfilinde İtalyan seramikleri kullanılmış. Çok dik ve yüksek olan kubbe, çan kulesi biçimli taşıyıcılara oturuyor.

Gezimizin en son durağı ise, bugün dolaştığımız bütün eserlerin belki de en güzeli, Şemsi Paşa Camisi.

Deniz kenarındaki bu mini külliye Mimar sinan’ın ustalık devrinden eşsiz bir sanat eseri. Kız kulesinin simetrisinde bir antitez olduğu belirtilmiş. Deniz kenarında olduğundan nisbeten çevre yapılaşmadan korunmuş olsa da, duvarına kadar yaslanan çay bahçesi ona hiç yakışmıyor. Hele yakınında inşa edilmiş o dev radar kulesi bu güzelliğin yanına hiç gitmiyor, bir ayıp! Cami ve külliye 1580 tarihli.

Caminin ‘Kuşkonmaz Cami’ olarak bilinmesi bir efsane olmamalıdır. Söylentiye göre inşaat sırasında Şemsi Paşa: ‘Bu güzelim eserimin üzerine kuşlar pisleyecek!’ diye hayıflanınca, Sinan’ın ‘Gökyüzünün altındaki her yapı kuşların hedefidir!’diye cevaplamakla birlikte, kubbe kaplamasındaki kanalların hava akımı ile ses oluşturarak üzerine konan kuşları ürkütecek bir yöntem bulduğu, ve uyguladığı sanılmakta.

Caminin mükemmel basitliği, dengeli güzelliği sayısız insanı buraya çekiyor. Yerli ve yabancı turistler burayı resimler ve hatıra fotoğrafı çekerken, arkada kütüphanenin önüne oturmuş yaşlılar da geleni geçeni seyrederek vakit öldürüyorlar (ama neden arkadaki kütüphaneyi hep boş ve ziyaretçisiz görüyorum?).

Rehberimiz avluda bizlere camiyi yaptıran Şemsi Paşa’nın tarihçilere göre aslında padişaha bile rüşvet verecek kadar düzenbaz biri olduğunu, hatta ünlü Sokullu Mehmet Paşanın öldürülmesinin arkasında onun olabileceği şüpheleri olduğunu anlatırken; kenarda bizi dinlemekte olan cami imamı söze karıştı, şiddetle bunun doğru olmadığını savundu.
Anlaşılan karşıt siyasi görüşlerin polemiği asırlar sonrasında bile devam edebiliyordu ve eğer merak eden varsa bu konuda benim önerim, saygın bir ansiklopediye başvurulması. Ne de olsa bilim taraf tutmaz.

Üsküdar’ın tarihi camileri ile ilgili daha çok şey yazılabilir ama bize şimdilik bu kadar yeter diyor ve siz okuyucudan bu yazı içinde tarihi ve kültürel hazinelerimize karşı yapılan bazı hatalardan bahsederek onların canını sıktıysam, özür diliyorum (tarihi eserlerimizi koruyamamız beni huysuz ediyor!).

Son olarak, bu yazıyı bir rehber olarak kullanıp aynı rotayı izleyecek olan olursa, onlara son önerim: mevsim ve gün ışımasını gözönünde bulundurarak yürüyüş planı öylesine ayarlanmalı ki, tam güneş batımında Salacak’ta bulunmalı; önde sağ’da Kızkulesi, arka planda, Galata, Haliç ve batan güneşin oluşturduğu harika profili ile tarihi yarımadanın güzelliğini içlerine sindirmeli, ruhlarını beslemeleridir!


Cengiz ÖZDER
21.10.2011

Facebook ta paylaş


Yazarın Tüm Yazıları...  -   Yazar'a mesaj yaz  -   Yorum Yaz 











 

Yorum Yaz

 

Tavsiye Et

Okuyucu Yorumları


 

SanatsalHaber Basın Konseyi üyesi olup Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir. SanatsalHaber'de yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Sitede yayınlanan yazı ve fotoğrafların her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Copyright © 2008-2021 SanatsalHaber.com.